Mukaddime – İbn Haldun
“Sosyolojinin Babası” olarak bilinen Auguste Comte’dan 450 yıl önce, toplumların değişim ve işleyişleri hakkında evrensel kuralları ortaya koyan İbn Haldun’un Mukaddime’sine başladım. Daha önce Mukaddime’nin bir bölümü olan Devlet’i okumuştum. Doğru anlayıp, uygulamak niyetiyle.
İbn-i Haldun; “Tarihçinin ilk görevi; doğru haberi yanlışından ayırarak, doğru olanları bir düzen içinde bir araya getirmektir.” der. Şimdi her zaman olduğu gibi kitabı okurken aldığım notları ve alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hilafet
İbn Haldun’a göre halifenin bulunması farzdır ve halifenin ilim sahibi, adil, kifayetli ve vücut sağlığının yerinde olmasını şart koşar. Hadislerde rivayet edilen Kureyşli olma şartını ise asabiyete bağlıyor.
İbn-i Haldun’a göre halifenin görevleri şunlardır: Namaz imamlığı yapmak, ilim ve tedris ehlini araştırıp fetva vermek, ilim öğrenilmesi ve yayılması (müderrislik) işini üstlenmek, kadılık yapmak, iyiliği emredip kötülüğe engel olmak (muhtesiplik) ve para basarak (sikke) ticari işleri yönetmektir.
Vezaret
Hükümdar büyük bir iş olan halkın yönetimini yalnız başına yürütürse zayıf kalır bu sebeple başka insanlardan yardım alması gerekir. Hükümdarın devlet işlerinde yakınlarının yardımına başvurması daha uygundur çünkü bu durumda hükümdar ile onların ahlak ve karakterleri uyuş açacağından yardımlaşma en iyi şekilde gerçekleşmiş olur.
Adalet
İbn-i Haldun hukukun devletin dolayısıyla toplumun insan hayatının geri olduğunu mukaddimede sık sık belirtmiş ve sadece Allah’ın koyduğu kanunlarla dünya ve ahiret hayatının insanlar için mutlu faydalı olabileceğini ifade etmiştir. Ona göre herkesin dünya ve ahiret işleri için şeriat hükümlerine göre hareket etmeye yönlendirilmesi gerekir.
Vergi
Devletin yoluna devam etmesi, hükümdarların birbirini takip etmesi ve yönetimde akılcılığın hakim olmasıyla, sadelik ve insanların mallarından uzak durma gibi bedevilik özellikleri kaybolur. Bunun yerine akılcılığı esas alan koyu bir saltanat gelir. Bu dönemde, devletin başındakiler, bilgiçlik taslarlar, nimetlere ve lükse dalarlar, pahalı alışkanlıkları ve ihtiyaçları çoğalır. Özellikle de hükümdarın giderleri çoğalır, özel harcamalar, bahşişler büyük bir yekûn tutar ve toplanan vergiler, bu giderleri karşılamaz hale gelir. Böylece devleti koruyup idare edenlere verilecek ücretlerin ve hükümdarın harcamalarını karşılamak için vergi miktarlarında artırıma gidilir. Başlangıçtaki vergi çeşitleri ve oranları artar. Ancak bu artışlar, çok az miktarda kademe kademe yapıldığı için, halk bu artışların kim tarafından yapıldığının veya bu vergilerin kim tarafından konduğunun farkına bile varamaz. Sadece bu vergilerin, halkın alışa gelen bir yükümlülüğü olduğu bilinir. Bununla birlikte sürekli olarak artan vergiler zamanla itidal ve kabul edilebilirlik sınırlarını aşar ve sonuçta halkın çalışma ve üretim şevki kaybolur. Çünkü ödedikleri vergiler ile kendi ellerinde kalan gelirleri karşılaştırdıklarında, çalışmalarının karşılığı olarak çok az bir menfaat elde ettikleri görünür. Bu durum onların kazanç elde etme emellerini yok eder ve böylece çok sayıda kişi çalışmaktan ve üretimden tamamen el çeker. Sonuçta tek tek bireylerden toplanan vergilerin azalmasıyla toplam vergi geliri de azalır. Ancak idareciler, vergi miktarlarını daha da arttırırlar ve bununla azalan vergi gelirlerinin düzeleceğini sanırlar ve nihayet vergi miktarları ulaşabileceği en üst sınıra dayanır. Çünkü artık üretim masrafları ve vergilerin, her şeyi alıp götürdüğü ve geriye hiçbir menfaatin kalmadığı bir aşamaya gelinir. Öyle ki devleti elinde tutan asabiyet, ülkenin uzak bölgelerinden vergi toplamaktan aciz kalır ve pazarlarda yapılan her alışverişten, şehirdeki bütün ticari mallardan belirli oranlarda vergi alınır. Bu durum, toplumun ve ülke ekonomisinin zayıflayıp gerilemesine kadar devam eder ve sonuçta ticaret ve üretimden elde edilmek istenen bütün beklentiler yok olur, çarşılar tamamen kesata uğrar.
Hükümdar, vergilerin azalması dolayısıyla devletin gelirlerinin düşmesi üzerine başka kaynaklar arar. Bunun için hükümdarın yaptığı bir uygulama, kendi adına vergi adı altında, ticaret ve ziraatla meşgul olmasıdır. Devleti buna heveslendiren şey, sermaye oranında kar edilmesine rağmen, tacirlerin ve çiftçilerin sahip oldukları az miktardaki sermaye ve mallarda büyük kazançlar ve hasılat elde etmeleridir. Ürünlerin satışıyla piyasaya girer ve böyle yapmakla da vergileri ve gelirleri arttırdığını düşünür. Oysa devletin böyle bir yola başvurması, çok büyük bir yanlış ve pek çok açıdan halkın zarar etmesine sebep olmaktır. Öncelikle çiftçiler ve tacirler, hayvanların ve ticari malların alım satımı konusunda sıkıştırılıp zor durumda bırakılmış olur. Çünkü halkın sermayeleri birbirine denk veya yakındır. Bu nedenle de zarar görmezler. Ancak hükümdarın bu işlerle uğraşmasıyla hiç kimse ihtiyaç duyduğu şeyleri elde edemez ve karamsarlık, ümitsizlik kaplar. Diğer taraftan hükümdar, kendisine rakip olmadığı için ürünleri çok düşük fiyatlara alıp çok yüksek fiyata da satabilir. Diğer bir zararı ise devlet elde ettiği ipek, bal ve şeker gibi zirai ürünleri ve diğer ticari malları, ihtiyacın zorlamasıyla vaktinden önce piyasaya sürüp, tüccarlara ve çiftçilere, onların razı olamayacakları yüksek fiyatlara satar. Bu mallar, ölü bir şekilde ellerinde kalır, yaşamlarını ve kazançlarını sağladıkları ticareti yapamaz duruma gelirler. Bazen çok zor durumda kaldıkları için bu malları çok düşük fiyatlarla zararına satarlar ve daha sonra sermayesini kaybedip, iflas ederler. Dolayısıyla eğer çiftçiler, ekip biçmeyi bırakır, tüccarda ticareti bırakırsa vergi gelirleri tamamen kaybolur veya fahiş oranda azalır.
Kısacası devletin ticaret ve üretim sahasına girmesi, toplumun karşısına çıkmak ve onların önünü kesmek anlamına gelir. Bu durum, toplumun zayıflayıp gerilemesine devletin bozulup ve çözülmesine yol açar. Eğer halk çiftçilik yaparak üretimde bulunmayı ve ticareti terk ederse geçimleri zorlaşır ve durumları tamamen bozulur. Böylece vergiler düşer, ekonomi bozulur ve devlet yıkıma doğru gider.
Ordu
İbn-i haldun’a göre savaşların Aslı insanların birbirinden intikam almak istemesidir ve savaşlarda herkes kendi asabiyetine yardım eder. İslam dünyasındaki askeri teşkilatının temeli cihat fikrine dayanmaktadır ancak İslam’daki cihat olgusu günümüz harp anlayışından farklıdır.
Ona göre devlet başkanı devleti yönetirken iki araca kalem ve kılıca başvurur. Ancak kalem (bürokrasi) ve kılıca (askeri teşkilat) duyulan ihtiyaç devletin geçirdiği aşamalara göre farklılık arzeder. Devletin kuruluş döneminde kılıcı duyulan ihtiyaç kaleme duyulan dan çok daha fazla şiddetlidir.
Donanma
Müslümanlar Mısır’ı ele geçirince hazreti Ömer Mısır valisine mektup yazarak Denizi kendisine anlatmasını istemiş o da şu cevabı yazmıştı: Deniz tıpkı ağacın üzerinde gezinen kurt gibi üzerinde küçük ve zayıf varlıkların gezindiği çok büyük bir mahluktur. Bunun üzerine Hazreti Ömer Müslümanların durmalarını istemiştir böylece Araplardan hiç kimse donanma anlamında gemilere binip denize açılmamıştır.
Eğitim-Öğretim
İbn-i Haldun ilim öğretiminin bir sanat olduğunu mukaddimede sık sık belirtmiştir. O ilimi öğretimini sanatlar içinde kabul ettiğinden ilim üretiminin de ancak şehirlerde tam olarak yapılıp gelişeceğini belirtmiştir. Çünkü şehirdeki sanatlar geçimi tahmin etmenin ötesinde Kemal’i ihtiyaçlara cevap veren işlerdir. Medeni bir yaşamın gelişmediği köy ve kasabalarda yaşayan birisi fıtratı gereği ilme yönelirse oralarda bir sanat niteliğindeki ilim öğretimini bulamaz.
Öğretim Teknikleri
İbn-i haldun’a göre öğretmenin öğretimde esas aldığı kitabı anlama noktasında ister başlangıç aşamasında ister ileri seviyede olsun öğrencisinden gücünün üzerinde bir şey beklememeli ve o kitaptaki meseleler ile başka kitaplardaki meseleleri karıştırılmamalıdır.
Öğretmen vereceği aralarla ve derslerin arasını açarak bir ilim dalının ve kitabın öğretimini çok uzatma malıdır.
Aynı anda iki ilim öğretilmek suretiyle öğrencinin kafasının karıştırılmamalıdır.
İlimlerin öğrenciye öğretilmesi ancak kademe kademe yavaş yavaş ve azar azar olduğu takdirde faydalıdır.
Öğrencilere çok fazla ezber yaptırılmamalı bunun yerine konuşma ve tartışma yaptırılmalıdır.
İlim öğretilirken söz çok fazla uzatılıp genişletilmesi az ne seleler dallandırılmış az aksi takdirde onlardan beklenen amacın dışına çıkılmış olur.
Eğitimde öğrencilerin kaldıramayacağı kadar sert davranmak onlar için özellikle de küçük çocuklar için zararlıdır çünkü bu durum onların kişisel gelişimini engeller onlardaki üretkenlik ve çalışkanlığı yok eder onları tembelliğe yalana ve ikiyüzlülüğe sevk eder.
Okutulan kitapların özet nitelikte olması eserlerdeki belagatı bozar ve anlamayı zorlaştırır. İlmi melekelerin en mükemmel şekilde elde edilmesini sağlayan iki temel unsur; tekrarlar ve izahlardır.
Tarih
Rivayetlerde bir senet vardır bir de metin. İlk birkaç yüzyılda rivayetlerin hangi kanaldan geldiği bilinir. İbn-i Haldun; “Tarihçi, önce senede değil tarihi rivayetlerin metnine bakmalıdır.” der.
İbn Haldun; “Bizim İslam tarihi kaynaklarımız Hz Musa ve kavminin Sina yarımadasına yürüyüşlerinde 600.000 savaşçı mevcut olduğundan bahseder bu sayıda insanın pratikte kontrolünün zor olacağını bu durumun akla ve mantığa aykırı olduğunu bu rivayetin senedinin ne olursa olsun metnin mümkün olamayacağını söyleyerek bu rivayet gerçekçi değildir.” der ve eleştirir.
Ona göre devlet tanrısal kökenli bir kurum değildir devlet insan doğasının belirli özelliklerinden kaynaklanan toplumsal yasalara göre açıklanabilen bir örgütlenmedir devleti akıl ile kavrayabilir ve temellendirmebiliriz.
İbn-i Haldun insanın doğuştan bilgi getirmediğini ve edindiği bilgileri sonradan çeşitli idrak vasıtaları ile elde ettiğini ifade etmektedir ona göre öğrenme yeteneği ile dünyaya gelen insan çevreyle etkileşim içine girerek bir şeyler öğrenmeye başlar.