İslam Deklarasyonu – Aliya İzetbegoviç
Bosnalı devlet adamı ve bağımsız Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç’in 1969 yılında kaleme aldığı İslam Deklarasyonu, pozitif “İslamcı” tarifine uygun görüşler sunuyor. Daha önce savaş döneminde yaptığı çeşitli konuşmalarının toplandığı “Köle Olmayacağız” kitabını okuduğumda; “Bilge Kral” lakabına çok uygun gördüğüm Aliya, bu sefer beni biraz hayal kırıklığı uğrattı.
Eseri, 44 yaşındayken kaleme alan Aliya’nın, Cumhuriyet ve Atatürk’le ilgili görüşlerini çok sığ ve yanlış bulduğumu ifade etmek isterim. Öyle ki meseleyi sadece inanç ve hayat tarzı üzerinden ele almış; askeri, siyasi ve ticari başarıları göz ardı etmiştir. Bu bakımdan bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim.
Şimdi dilerseniz kitabı okurken aldığım notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha önceki kitap değerlendirmelerinde de sıklıkla bahsettiğim gibi bu alıntılar, bazen birebir olabileceği gibi mealen ya da metinden benim anladığım şekliyle olacaktır.
Gerçek mânâsıyla islamcı savaşçılardan teşekkür eden bir kaç bin kişi 1950’li yıllarda İngiltere İsveç’ten çekilmeye mecbur etmiştir. Diğer taraftan milliyetçi Arap rejimlerin oluşturduğu birleşik ordu, İsrail’e karşı üçüncü yenilgiyi tadıyor. Türkiye, bir İslam ülkesi iken dünyaya hükmediyordu. Avrupa taklitçisi Türkiye ise dünyada yüzlerce örneği olan üçüncü sınıf bir ülke konumunda.
Aliya, Müslüman halkların geri kalmışlığını irdelerken iki farklı grup olduğunu tespit eder. Bunlar muhafazakârlar ve modernistlerdir. İslam dünyasının bu iki grup arasında sıkışıp kaldığını dile getiren Aliya; her ikisinin de sonuçları itibariyle aynı olduğunu ifade eder.
Çalışmasında Japonya ve Türkiye’yi kıyaslayan Aliya, Japonların gelenekleri ile gelişmeyi bütünleştirmeye çalışmaları sayesinde dünya uluslarının zirvesine ulaştığını, Türkiye’nin ise aksi bir yol benimseyerek, üçüncü sınıf bir ülke konumuna düştüğünü yazar.
Meseleyi alfabeler üzerinden de değerlendiren Aliya, Japonların ısrarlara rağmen alfabelerini değiştirmemelerini, Türkiye’de ise Latin alfabesine geçişten 40 yıl sonra bile nüfusunun yarıdan fazlasının okuryazarlığının olmadığından bahisle; “Bu netice, körlerin dahi görebileceği cinstendir.” der.
Aliya, duraklama ve gerileme devirlerinde Kur’an’ın are karakterini kaybederken irrasyonel ve mistik karakterini muhafaza ettiğini söylüyor. Kur’an-ı Kerim kanunlar üstündeki otoritesini yitirirken bir nesne olarak kutsiyet kazandı. Kur’an-ı Kerim’e ilişkin çalışmalar ve yorumlarda hikmet yerini, kılı kırk yaran bir titizliğe, öz yerine şekilcilik ve muazzam tefekkürde tilavet becerisine bıraktı.
İslam’ın sadece bir din olmadığını söyleyen Aliya, İslam’ın mesajlarını yeni vasıtalarla ve yeni şekillerde gerçekleştirmenin her devrin ve her neslin görevi olduğunu söylemektedir.
Bilge Kral, mülkiyet konusunda da İslam’ın şahsi mülkiyete müsaade etse bile paranın bir kişi veya zümrede toplanmasına karşı çıkarak özellikle tabii kaynakların halka ait olması gerektiğini savunuyor.
İslami bir sosyal hayatın kaçınılmaz gerçeği olan zekata da değinen Aliya, zekatın fonksiyonelliğinin güç kullanımı dahil her yolla garanti altına alınması gerektiğini söylüyor.
Çok kadim bir tartışma olan batının bilimi ve medeniyeti arasındaki ayrımda Aliya, meselenin bilim ve tekniği kabul edip etmeyeceğimiz ile ilgili olmadığını çünkü bunun varoluşumuzu sürdürmek için bir gereklilik olduğunu söyler. Bunu şerefimizi koruyarak mı yapacağız yoksa aşağılık bir şekilde mi yapacağız diye ayırır.
İstiklal ve hürriyet olmadan İslami bir nizamın mümkün olamayacağını söyleyen Aliya, bunun tersinin de yani İslam olmadan istiklal ve hürriyetin de olamayacağını savunur.
İyi bir İslam toplumunun oluşabilmesi için kamuoyunun iki şeyi defetmesi gerektiğini düşünen Aliya, bunların; mucizelere inanmak ve yabancılardan yardım beklemek olduğunu söyler.
Aliya’ Makyevelli’nin; “Hedefe giden yolda her şey mübahtır.” sözüne atıf yaparak bunun sayısız suç ve cürüme sebep olduğunu söyler. “Gayenin, mukaddes olması bu yolda kullanılacak yakışıksız vasıtaları takdir etmez.” der.
İktidar ele geçirilirken bunun yeterli ahlaki ve psikolojik hazırlık yapılmaksızın ve gerekli olan asgari miktarda ki sağlam ve yapılandırılmış kadrolar olmadan sadece şartların elverişli olmasına binaen gerçekleştirilmesi yapılanın İslami devrim değil yeni bir darbe olduğu mânâsına gelir.
Kilise, İncil’in ahlaki öğretilerinin ifadesi ve tefsiri olduğu ölçüde ve engizisyon dan uzaklaştığı oranda İslam’a yaklaşır. Asırlar boyunca Yahudilerle birlikte yaşadık ve hatta bir kültür oluşturduk. Öyle ki bazı durumlarda bu kültürel unsurların hangilerinin İslami hangilerinin Musevi olduğunu kesin olarak ayırt etmek mümkün olmaz.
Zenginliğin gerçek kaynağı çalışmadır.
Aliya, kapitalizmin; ekonomi ve bilimi harekete geçirdiğini, siyasi hürriyet ve hukuku geliştirdiğini, sosyalizmin ise yoksulluğu ortadan kaldırması ve eğitimde gerçekleştirdiği gelişme sayesinde destekler ve İslam’ın her ikisine de uygun olduğunu belirtir.
İslam deklarasyonunu kaleme aldıktan sonra Yugoslavya tarafından hapse atılan Aliya’ yaptığı savunmasında; “Şu anda yapılan, bir hayalperestin hapsedilmesidir. Aynı hayalleri kurmaya devam eden lakin artık yazmayan bir hayalperest.” der. Savunmasını şu sözlerle bitirir; “Bu ülkeyi seviyorum ve bu ülkenin hukuksuz bir yer olmasını istemiyorum.”
Ben de son cümle olarak bir umudumu dile getirmek isterim. Umarım dünyanın hiçbir yerinde hukuksuz bir ülke kalmaz.