Kuran okuyunca sapıtır mıyız?

Bugün, Kuran bağlamında; okumanın çok tehlikeli olduğu inancının arkasındaki en önemli motivasyon olan “sapıtma korkusu” üzerinde duracak ve yine Kuran’dan işaretlerle yolumuzu bulmaya çalışacağız.
Öncelikle çok büyük bir tezatla başlayarak konuya girmek istiyorum. Dünya üzerinde başka hiç bir öğreti yoktur ki müntesipleri tarafından, ilk emrinin çok kötü bir şey olduğu düşünülüyor olsun. Evet, Kuran’ın ilk inen suresi olduğu kabul edilen ve onun ilk ayetindeki, ilk emir olan; “ikra (oku)” emrinden bahsediyorum.
Şimdi düşünmeye başlayalım: İlahi olduğuna inanılan metnin ilk emri olan bir eylem yapıldığında asla olumsuz bir sonuç ortaya çıkmamalı değil mi? Öyle mi diye bakıyoruz; “Okudum ve gerçeği gördüm.”, “…okuyunca dinden uzaklaştım.”, “Okudum, artık ateistim.” gibi söylemlere sık rastlıyoruz. Öyleyse her şeyden önce burada bir karar vermemiz lazım; ya, Kuran ilahi bir metin olmamalı ya da Kuran’ın emrettiği okumayı biz doğru yapmıyoruz ve yanlış sonuçlara ulaşıyoruz. Buna karar vermeden, başka bir ifadeyle bu kararın sorumluluğunu üstlenmeden hiçbir sonuca varılamaz, bunun altını çizmek istiyorum.
Artık ilk emre geri dönerek, adeta onu bir mikroskobun altına koyup tekrar bakabiliriz. “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 1) diyor ayet. Çok açık ve net bir şekilde okuma eylemini; “yaratan rabbin adıyla” yapmamız gerektiğini görüyoruz. Öyleyse oraya odaklanmalıyız. Karşımızda bir “rab” var ve onun en önemli özelliği olan “yaratma” fiili var. Tabi yaratma kavramının çok geniş bir yansıması var ama biz burada, varlık aleminin ortaya çıkması anlamındaki bir yaratmadan bahsediyoruz. Dolayısıyla okumaya başlamadan önce bir tanrı olduğunu ve içinde bulunduğun alemi onun yarattığını kabul ediyor olmalısın. Çünkü “onun adıyla okumak“; adını söyleyerek okumak (besmele çekmek) (sadece) değil, onun her şeyi yaratan bir ilah olduğu ön kabulüyle okumak demek oluyor.
İşte tam burada Müslüman ile Mümin kavramları arasındaki fark devreye giriyor. Bu farkı genelde işçi/patron iletişimi örneği üzerinden anlatırdım ama geçenlerde başka bir örnek geldi aklıma, bu sefer onun üzerinden bir metafor yapalım. Belki de 40 yıldır düdüklü tencere kullanan annelerimiz var aramızda ama aslında onun ne olduğunu ve nasıl çalıştığını çok azı biliyor. Çoğu, düdüklüde yemeğin daha çabuk/iyi piştiğini bilir, başka bir şey bilmesine gerek yoktur. Hayatından çok mutludur ve sonuca da ulaşmaktadır. Ama pek azının; düdüklünün içinde bir basınç oluştuğundan ve oluşan bu basıncın pişirilecek ürünlerin kaynama derecesini artırdığından ve bu sayede içindeki maddede gerçekleşen değişimlerden haberi vardır. Şimdi de bir fizik profesörü olan başka bir annenin düdüklü ile olan ilişkisine bakalım. O da inancı olmayan birisi olsun. Düdüklüde gerçekleşen o muazzam tepkimelerin farkında, o sisteme hakim ve sonuçlarını çok iyi biliyor ancak bir eksiği var ki bunu Fransız fizikçi Denis Papin’e bağlıyor. Evet bu yöntemi o bilim adamı bulmuş ama aslında yaptığı şey varlık alemindeki sistemi fark etmekten başka bir şey değil.
Şimdi ise Mümin ve Müslüman farkına geri dönerek, kavramları bu metafordaki yerlerine yerleştirmeye çalışalım. Bir tarafta teslim olan yani neden ve nasıl olduğunu bilmeden sonuçları kabul eden bir profilimiz var diğer tarafta ise her şeyi en ince ayrıntısına kadar incelemiş ve özümsemiş birisi var ama bağlamı sadece tencere ve onun mucidi ile sınırlı. Aslında bu iki profil de birer Müslüman. Çünkü ikisi de teslim oluyor; birisi kendisine öğretilene diğeri ise kendisi öğrendiğine. Peki bunlar nasıl Mümin olacaklar? Ev kadını olan annemiz inanıyor ama neden inandığını bilmiyor, profesör olan annemiz ise neler olduğunu biliyor ama inanmıyor. Kanaatimce Allah’ın en çok önem verdiği şeyi ilk söylemesi gerektiği düşüncesiyle, oradaki oku emri buraya işaret ediyor. İnan ama oku, dolayısıyla neden inanman gerektiğini öğren. Diğer taraftan da; tamam, nasıl olduğunu çok iyi biliyorsun, öğrenmişsin ama bunun nedenini de kavramak için oku. İşte bu ikisini birden yapabilen kişi Mümin seviyesine ulaşıyor ve Kuran’a göre kurtuluşa erecek olanlar ancak müminler olacak. Tabi bir de iyilik yapma (salih amel) şartı var. (Bakara, 62; Hac, 50; Büruc, 11; vd.)
Ne diyorum her zaman; düşünme soruyla başlar. Son olarak başka bir soruyu daha soralım ve konuyu toparlayalım. Efendim ne gerek var kafa yormaya, riske girmeye? Bu durumda olan o kadar insan var ki ne olacak onlara? Bu tespiti de Kuran yapıyor aslında; “…onların çoğu iman etmez.” (Bakara, 100; Yusuf, 106 vd.), “onların çoğu düşünmezler.” (Bakara, 171; Ankebut, 63 vd.) Onlara ne olacağını Allah bilir ama ne olmayacağı aşikar.
Sonuç olarak; Kuran okuyunca, bırakın sapıtmayı, kurtuluşa erecek olan seviyeye ulaşmak için tek seçenek olan bir yola girmiş oluyoruz. Sonucu Allah bilir (Ahkaf, 9; Nahl, 74; Bakara, 216 vd.) ancak bize düşen o yolda ilerlemek.