Son kerpiç mezara konuluncaya kadar ümit devam ediyor

Geçen yıl babamı kaybettikten sonra kaleme aldığım bu metni, yıldönümü vesilesiyle istifadenize sunuyorum.

Bugün yine başka bir duygusal metinle karşınızdayım. Bu sefer ağır bir doz olacak, önceden uyarayım. Geçtiğimiz günlerde sevgili babacığımı Rahmet-i Rahman’a uğurladık. Son iki yılı biraz yıpratıcı olmak üzere yedi yılın ardından kanser adı verilen yıkım ordusu ile giriştiği savaşı maalesef kaybetti.

Yazıyı okurken; yedi yıl önce ilk teşhisin konulduğu an yaşadığımız yasın ilk evresi (https://suleymanustun.com/kubler-ross-modeli-yasin-5-evresi) olan inkar aşamasından, Ankara yolunda yaşadığımız öfke aşamasına, ameliyattan sonraki pazarlık aşaması ile başlayan umuttan, bunalım ve kabullenmeye kadar ümidin nasıl yavaş yavaş azaldığını göreceksiniz.

Şairin; “Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” dediği şiirin tersine; o ordu, dev gibi bir adamı yerle bir etti. Bugün sizlerle babamın son gününde yaşananları ve ona karşı yaptığımız son görevde hissettiğim duyguları paylaşmaya çalışacağım.

Vahdet-i Vücut ekolünün önemli isimlerinden Feridüddin Attar’ın, Kuşların Dili adlı eserinde; “Son kerpicin mezara konduğu an, tüm ümitlerin bittiği andır.” cümlesini okuyunca çok etkilenmiştim. O zaman şöyle düşünmüştüm; “Demek ki son kerpiç mezara konuluncaya kadar ümit devam ediyor.” Başarılı bir ameliyattan sonra doğan yaşam ümidi, düşman ordusunun metastaz adlı takviye birlikleri ile yerini başka bir duyguya bırakıyordu. Bu süreci, daha önce “F Blok: Umuda Yolculuk” (https://suleymanustun.com/f-blok-umuda-yolculuk) başlıklı yazıda anlatmıştım.

Hastanızı artık evine götürebilirsiniz!” aşamasından sonra, gün be gün mevzi kaybeden mücadelede, sona yaklaştığımızı görüyordum. Samimi bir dindar olan babama, son günlerinde faydalı bir şey yapmalıyım diye düşünürken; birlikte okuyup tartıştığımız Kuran ayetleri geldi aklıma. Çözümü yine Kuran’dan buldum. Müminlere rehber olan bu eşsiz kitabın, elbette bu duruma da bir çözümü vardı. Çaresiz olanların yaratıcıya nasıl dua ettikleri örnekleriyle dolu olan Kuran’da geçen peygamber duaları (https://suleymanustun.com/kurani-kerimde-gecen-peygamber-dualari-ve-dua-ayetleri) imdadıma yetişti. Yaptığım çalışmayı alıp hemen yanına gittim ve; “Şimdi ben dua okuyacağım sen de amin diyeceksin! Tamam mı?” dedim. O da başını salladı ve ben okudukça diyebildiği kadar amin dedi. Sabaha kadar okudukça okudum, hem okudum hem ağladım, hem ağladım hem okudum. Sabaha karşı derin bir uykuya daldı ve ben işe gitmek için yanından ayrıldım.

İşe geçmeden önce hastane randevuma giderek, uzun zamandır ihmal ettiğim testlerimi yaptırıp fibromiyalji ilaçlarımı yazdırdım. Gecenin uykusuzluğuna, günün yorgunluğunu da eklenince akşam anama, erken yatacağımı ve bu gece gelemeyeceğimi söyledim. Her zamanki gibi; “Sen istirahatine bak oğlum, ben burdayım.” dedi. Babamı, anam gibi vefakar ve cefakar bir kadına emanet etmenin rahatlığıyla ilaçlarımı da alıp yattım. Belki biraz erken yatmanın etkisiyle, belki de yeni başladığım ilacın tesiriyle gece üç gibi huzursuz bir şekilde uyandım. Sabaha kadar yataktan da çıkmadım ama bir o yana bir bu yana döndüm kaldım. Sabaha karşı tekrar uykuya dalmışım ki başka bir acı acı çalan telefonun sesine uyandım. Arayan yine anamdı ve aslında uzun süredir beklediğim ancak bir türlü kabullenemediğim o telefon konuşmasını yaptık; “Baban çok ağırlaştı, gel istersen.” “Tamam, hemen geliyorum.” Skolastik bir düşünce yapısına sahip birisi değilim ancak zihnim; benim huzursuzluk yaşadığım dakikalarda, babamın da düşmanın son taarruzuna maruz kaldığını düşünüyor ve onun acısını paylaştığıma inanıyordu.

Hemen koşup gittim. Odaya girip, yüzüne ilk baktığım anda ölümün soğuk yüzünü görmüştüm aslında ama elini tutup nabzına bakayım derken, avucumun içinde, solgun bir yaprak gibi sönen soğuk ellerini hissedince o an içime ayrılık acısı düştü. Ama son kerpiç mezara konuluncaya kadar ümit devam ediyordu. Hemen 112 Acil’i aradım ve her zamanki gibi 10 dakikada geldiler. Bağladıkları cihazda, her zaman acil serviste görmeye alıştığımız o dalgalı şekli görmeyi ümit ediyordum ancak ekranda kesintisiz düz çizgiden başka bir şey yoktu.

Her baba-oğul gibi bizim de anlaşmazlıklarımız vardı. Babamla zaman zaman çok kırıldığımız anlar, konuşmadığımız günler de oldu. Ancak yüce yaratıcının İsra Suresi, 23 ve 24. ayetlerde ifade ettiği; “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana babaya iyiliği emretmiştir. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine sakın Öf! bile deme; onları azarlama; kendilerine güzel sözler söyle! Onlara merhametten kaynaklanan alçak gönüllülük kanadını ger ve şöyle de: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl sahiplendiyseler (özenle büyüttüyseler), şimdi sen de onlara merhamet et!” uyarısına uyarak bu anlaşmazlıkları bir kenara bırakmıştım. Ayrıca yine Yasin Suresi 68. ayetten (Uzun ömür verdiğimizi yaratılışta tersine çeviririz. Akıl etmiyorlar mı?) benim anladığım şekliyle; insanlar yaşlandıkça çocuk gibi olurlar mesajını da alarak ona bir bebeğe karşı gösterilen hassasiyetle muamele ediyorduk.

Artık süreç işlemeye başlamıştı. Ok yaydan çıkmış, geri dönülemeyen noktayı geçmişti ama ümit hala devam ediyordu. Babacığımın sadece gürbüz bir bebeğe benzeyen küçücük bedeni gasilhaneye konulunca, ümit ışığının birisi daha sönüyordu. O küçücük, zayıf ve çıplak bedeni orada öylece yatıyordu. O anda; “…yaratılışta tersine çeviririz.” ayetine taalluk eden doğduğu güne geri dönmüştü aslında. Küçücük, zayıf ve çıplak.

Görevli işini bitirdikten sonra orada bulunan yakınlara seslendi: “Su dökmek isteyenler gelsin.” Herkes gelip birer tas su döktüler, babamın bedenine. Ben, çok su dökmüştüm ona, o savunmasız, küçücük bedenini kavrayıp çok su döktük anamla banyoda. Neden bir daha dökeyim ki diye düşündüm. Katılamadım bu ritüele. Aslında bu ve benzer ritüeller son görev kapsamına giriyordu ama ben ilk görevimi yapmıştım zaten. Ne gerek vardı son göreve.

Sonunda cenaze gelip musallaya kondu. Musallaya konunca, taziye başladı. Gelip yürekten sarılanlar, uzaktan selamlayanlar ve geldi desinler diye gelenler birer birer geçti önünden. Onlar, ne düşünüyordu geçerken, babam ne diyordu onlara bilmiyorum ama bu son selamlaşmanım umutları tükettiği kesindi.

Ezan okunmaya başlayınca herkes camiye girmeye başladı. Avlu, yavaş yavaş boşalıyor, sessizlik çöküyordu. Sonunda, musalla başındakiler de namaza geçince, babam ve ben kaldık geriye. Ben de gitsem o yalnız kalacaktı. Ama son günlerinde bir saniye bile yalnız kalmak istemiyor, yanında oturulsun, elinden tutulsun istiyordu. Böyle olunca onu yalnız bırakıp geçemedim namaza. Kamet getiren müezzinin o acıklı sesi, imamın buğulu tekbirine karışırken koskoca avluda babam ve ben kalmıştık. Bir kaç dakikadan fazla olmasa da bana saatler gibi gelen bu ıssızlığı, “El Fatiha!” sesi bozdu ve insanlar akın akın gelip saf tuttular son görev için. Artık sona yaklaşıyorduk ama hala bir umut vardı yüreğimde. Sanki bir şey olacak ve tekrar kalkacak gibi hissediyordum. Çünkü son kerpiç mezara konuluncaya kadar ümit devam ediyordu.

Tabut, omuzların üstüne alınınca bir ok saplandı kalbime. Gidiyordu, gitmekte olan. Geri dönüşü olmayan yola girmişti artık. Hızlı adımlarla, neredeyse koşa kaşa götürüyorlardı babamı. “Neden acele ediyorsunuz? Biraz daha yavaş gidemez misiniz?” Arkalarından baka kaldım.

Mezarlığa varınca hemen koydular o daracık kovuğa. Önceden hazırlamışlar bir de çabuk olsun diye. “Niye, niye?” Kaşla göz arasında mezara indirip hemen kapatmaya başladılar üstünü. Acaba bir şey olacak mı? Bir mucize olup kalkacak mı diye umutla bakıyordum mezara. Gözlerim de kerpiç arıyordu, çünkü son kerpice kadar umut devam ediyordu. Meğer, kerpiç yokmuş artık, beton kullanıyorlarmış. Koskoca betonları, kapatıverdiler üstüne. “Durun yapmayın!” diye haykırıyordu ruhum ama dilim, dut yemiş bülbül gibiydi. İmam efendi, ne acelesi varsa, daha son kapak kapatılmadan başlamıştı bile okumaya.

Ve o son kerpiç, son kapak, o tonlarca ağırlığında olduğunu hissettiğim son beton blok da, kapatıldı babacığımın üzerine. İşte o anda artık kabullendim. Babam, ölmüştü. Zira umut, son kerpiç konulana kadar devam ederdi ve o son kerpiç, çoktan konulmuştu mezara. Sonra bir huzur kapladı içimi. Artık, yasın son aşamasına geçmiştim, kabullenmiştim. Başladılar, üstüne toprak atmaya. Aklıma; “Yeniden diriltileceksiniz.” ayeti geldi. Filizlenmek üzere toprağa ekilen bir tohum gibi hemen mezara yerleştirip, üstüne de toprak atıyorlardı. Üstüne her toprak atılışında, biraz daha kabulleniyor, biraz daha sakinleşiyordum. Can suyunu da eksik etmediler. Yeniden diriltileceği güne kadar, bedeni çürüyecekti belki ama ruhu, yeşermeye devam edecekti. Ta ki rabbinin huzuruna çıkana dek.

Sağlığında şu veya bu sebeple yanında bulunamayanlar, bir vicdan azabı çekiyorlardı aslında ve bunu bir şekilde bastırmaya çalışmaları, gönüllerini ferahlatmaları gerekiyordu. Bunu da, mezarına toprak atarak sergiliyorlardı. Öyle istekli ve güçlü yapıyorlardı ki, sanki hasta yatağında onu tutup çevirmişler, vücut bakımını yapmışlar, onu yedirip içirmişler, bir ihtiyacını gideriyor, artık yapamadığı ne varsa onu yapıyormuş gibi davranıyorlardı. Halbuki geçmişti artık. Ne bu toprak işe yarar, ne de zamanı geri çevirip pişman olduklarından kurtulamazlardı.

Ve her şey bitmişti artık. Gereksiz talkımlar işe yaramayacaktı. Bu dünyadayken ne biriktirdiyse, yanında sadece onlar olacaktı. Yine de hoca efendi, bazı tüyolar verdi babama. Şöyle diyeceksin diye. Halbuki yüce Allah, “Siz susacaksınız eliniz, gözünüz, kulağınız konuşacak.” diyordu. Cenaze merasiminin, hep mevta için olduğu düşünülür. Aslında bu tören, bizim içindir. Geldiğin yer orası ve gideceğin yer de orası demek içindir. Bu dünyanın gölgede dinlenecek kadar kısa bir zaman olduğunu hatırlatmak içindir. Ama insanoğlu hoşuna gitmeyen, sevmediği şeyleri, ya görmezlikten gelir ya da onun amacını değiştirip, kendinden uzaklaştırır. Nasıl düşünürsen düşün, ne yaparsan yap, geleceksin oraya.

Evet, babamı rahmanına teslim ettik ve bizim için o gün gelinceye kadar, yeryüzünde rızkımızı aramaya devam ediyor olacağız. Mezarlık dönüşünde, bir gök gürültüsü başladı ve öyle bir yağmur yağıyordu ki; “Bardaktan boşalırcasına…” lafını iliklerimize kadar hissettik. Sağdan, soldan laflar duymaya başladım; “Ne mübarek adammış, rahmetle gitti rahmetli…” Toplum olarak, skolastik düşünceye çok yatkınız. Sadece tebessüm ettim.

Babam için son görevimizi yapmış, son kerpici de mezara koymuştuk. Umutlar da tükendi, takatimiz de kesildi. Unutacak mıydık onu, yoksa hep kalbimizin bir yerinde olacak mıydı? Bunu zaman gösterecek! Şimdi, bunu kabullenip, başka sorunlarla mücadele etmek üzere, kaldığımız yerden dünya meşakkatine geri dönme zamanıydı. Ayetin dediği gibi; “Yeryüzünde debelenmeye…” devam edeceğiz. Son olarak, büyüklerin her zaman söylediği gibi; “Mekanı cennet olsun. Allah, kalanlara ömürler versin.” diyelim.

Süleyman ÜSTÜN

Bilişim Uzmanı, Sosyolog, Kamu Yönetimi, Felsefeci ve Sinemasever

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir