İbn Haldun’a göre devlet tanımı ve devletlerin ömrü

Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçi İbn-i Haldun, devletlerin de insanlar gibi bir ömrü olduğunu ve bunun 120 yıl olduğunu ileri sürer.
O’na göre cemiyet, insanların birbirine muhtaç olması gibi, doğal bir zorunluluktan doğduğu halde, devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur. Kişinin silahları onu yabani hayvanlara karşı korur. Fakat o, aynı silaha sahip kendi cinsine karşı ne yapacaktır? Bu durumda toplum düzenini sağlayan hükümlere ve kanunlara ihtiyaç vardır. İnsan için kendi cinsinden bir yasakçıya sahip olma ve ona uyma da bir zorunluluk olmuştur. İbi Haldun’a göre; toplu halde yaşayan arı ve çekirgelerde hükmetme ve emre uyma özelliği görülürse de, bu tamamen bir içgüdünün eseridir. İnsanlardaki ise aklın ve onların siyasi kabiliyetlerinin sonucudur.
İbni Haldun; “Mülk” kelimesi ile “Devlet” kelimesini Mukaddime’de aynı manada kulanmış gibi görülmektedir. Mülk kelimesi, hükümdarlık, hükümdarlık onuru, hükmetme, yönetme, yürütme karşılıklarını taşımaktadır. Prof. Dr. Ümit Hassan; İbni Haldun’da mülk-devlet ilişkisini şöyle tanımlıyor: Mukaddime’de mülk terimi temel kurumu, temel örgütü belirtmektedir. Zaten İslam kültüründe; din ve devlet, din ve mülk, din ve sultan terimlerinin böyle birlikte olarak sık sık kullanılması mülk ve devlet terimlerinin etimolojik açıdan aynı köke varan yakınlığını ortaya koymaktadır. Mukaddime’de mülk kelimesinden başka devlet kelimesi de geçmektedir.
İbni Haldun; devletin kuruluşunda, psikolojik bir etkenin de rolüne işaret eder. İnsan çoğu kere yenilgisinin kuvvet noksanlığı gibi tabii bir sebebe dayandığını kabul etmez. Yenenin üstün niteliklere sahip olduğuna yorumlar. Bundan sonra kişi bütün iş ve haraketlerinde kendisini yeneni örnek alır. Onu kendine model alır. Veya kendisine üstün gelen kimsenin “Asabiyyet”ten ve kuvvetten önce mezhep ve mesleğinden ileri geldiği sonucuna varır. Yenilgiye uğrayan kabile kendisini yenen soyun giyim ve kuşamlarını olduğu kadar din, mezhep, örf ve adetlerini de benimser ve ona benzemeye çalışır. İşte bütün bu gelişmelerden sonra, başlangıçta sevilmeyen soy ile halk arasında “Asabiyye” bağını gereksiz kılan yeni bir dayanışma türü oluşur. İbni Haldun’un toplumu bu tür analiz yöntemi günümüzdeki; sosyal psikoloji ve hukuk sosyolojisi yöntemlerine tamamen uygundur. De Facto (fiili) yönetimden De Jure (Hukuki-meşru) yönetmeye geçiş olgusunu 19. yy.ın sosyologları bile bu kadar açık bir şekilde ifade edememişlerdir, dersek İbni Haldun’u abartmış sayılmayız.
DEVLET ŞEKİLLERİ

Devletin gelişmişlik düzeyine ulaşmış cemiyetlerde yerleşik hayatın ortaya çıkardığı karmaşık meseleleri çözmek, hükümdarın yetkilerini belirtip sınırlamak için devletlerin belirli bir siyaset izlemeleri gerekmektedir. Yoksa, devlette düzen kalmaz, hakimiyet yerleşmez ve sonunda devlet yokoluşa gider. Göçebe topluluklarda nüfus azlığı herkesin birbirini tanıması, nesebin açıkca belli oluşu asabiye bağından kaynaklanmaktadır.
Bu bağın sağladığı doğal gelenekler yeterlidir. Fakat, gerek muhtelif kabileler arası savaş, gerekse yerleşik cemiyetler haline geçme sonunda bu ilk kabile halindeki yapı eski birlik ve dirliğini kaybeder. Nüfus artar, neseb karışır, toplumda belirli bir servet birikimi olur, mülkiyet artar. Böylece asabiyyet bağı, bu karmaşık toplumu düzenleyecek kuvvetini kaybeder. Bu aşamada soyları, yaşam tarzları, meslekleri birbirinden farklı heterojen(karışık) bir insan toplumunu aynı düzen altında yaşatabilmek için örgütlü, merkezi ve zorlayıcı gücün varlığı zorunludur. İşte siyasi iktidar budur. Devlet budur.
İBNİ HALDUN’DA SİYASET ÇEŞİTLERİ
Akl-i Siyaset: Akli siyaset, insanların akılları ile bulunup koydukları kanunların devleti yönetme türüdür. Bilgiye ve akla dayanan bir yönetme söz konusudur. Kamu yararına çalışır. İslami devletler, akıl dışı ilahi emirlerle yönetildiklerinden özel bir durum gösterirler, bu tip bir yönetim şeklinin dışında kalırlar. Şeriat hükümleri genel ve özel bütün menfaatleri gözetmiş ve devlet idaresi için gerekli bütün kaideleri koymuştur. Akli siyasetin bir başka çeşidi ise,devlet idaresi cebir ve şiddete dayandığıdır. Kamu yararı hükümdar yararına çıkarılan kanunlara tabidir. İbni Haldun ikinci tip siyaseti, akli siyasetin kötü bir örneği olduğu halde birçok devletler tarafından kullanıldığını ifade etmektedir.
Medeni Siyaset: İbni Haldun’a göre, bu tip bir siyaset filozofların bahsettikleri ideal siyasettir. Gerçekle ilgisi yok gibidir. Medeni siyasetin esası, insanların idare olmaksızın barış ve huzur içinde yaşamalarını hedef alır. Bu durum için her ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir. Gerçekleşmesi uzak bir olasılıktır. Düşünür, filozofların bu gerçeği açıkca kabul ettiklerini ifade eder.
Dini Siyaset: Burada ise, Allah’ın elçisinin haber verdiği şer’i kanunlar dairesinde devletin idare edilmesidir. Dini kurallar insanın dünyevi ve dini davranışlarını düzenlediği kadar devlet hayatında tutulması gereken yolu da gösterir. İbni Haldun, İslam hükümdarları devleti yönetirken, önce şeriat hüküm ve kaidelerine, sonra filozofların ortaya koydukları etik prensiplere uymaya çalıştıklarını yazıyor.
DEVLETİN AMACI
Devletin faydası, toplumun her sınıfına şevkatle muamele etmesindedir. Devletin kurulması insanların her türlü saldırıdan uzak, barış içinde yaşamaları amacına yöneliktir. Düşünürün kendi deyişi ile “hükümdarlık ve saltanat uyruğa hasıl olan izafi bir vasıf olup devlet ile sultan ile uyruk arasında manevi bir bağ olduğundan, uyruk hükümdara, hükümdar uyruğa nisbet edilir.” Yani, devletin ve hükümdarın varlık sebebi halkın yararına oluşudur. Bundan dolayı hükümdar toplumunu koruma, onun menfaatlerini gözetme, geçimini sağlama ve her sınıfına iyi muamele etmek zorundadır. Düşünüre göre hükümdar demek, toplumu olan ve toplumuna hükmü geçen kişi demektir. Bu ilişki yöneten ile yönetilen arasında dostane ilişkiler gerektirdiğinden, halka zulmetmek ve siyasi kudreti kötüye kullanmak bizzat devlet kurumunu sona erdirebilir. İbni Haldun; çok zeki ve fevkalade akıllı olmanın bir hükümet için pek aranır bir özellik olmaması gerektiğini savunur. Şeytani bir zekaya sahip devlet yöneticilerinin halkı daima istismar edeceğini, onu katlanamıyacağı yükleri taşımaya zorlayacağını da ileri sürmektedir.
İbni Haldun, devletin vakti gelmeden sona ermemesi için iktisadi faaliyetlerden uzak kalmasını, hükümdarın ticari ve iktisadi faaliyetlerin cazibesine fazla kapılmamasını, toplumunun refahını düşünmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Sonuç olarak İbni Haldun devletin ve bilhassa hükümdarın ana vazifesini asabiyyet denen birlik kudretini daima diri tutması gerektiği yönündedir.

İBNİ HALDUN’DA DEVLETİN DÖNEMLERİ
İbni Haldun, devleti statik (durgun) olarak değil dinamik değişme halinde değerlendiriyor. Kuruluş, gelişme ve yıkılma safhalarını inceden inceye gözleyerek sebeplerini araştırıyor.
O’na göre, devlet bir kere kurulup, hakimiyetini sağlam temellere oturttuktan sonra, yani kendini meşrulaştırmayı başardıktan sonra gittikçe kuvvetini ve kudretini geliştirir. Devletin fonksiyonları değişik sahalara kadar yayılır. Böylece güven ve refah artar. Bu durum bir taraftan toplumda bilim, sanat, gibi kültürel kıymetlerin yerleşip gelişmesini sağlarken, öte yandan bu rahat yaşam koşulları toplumun bir kesiminin yozlaşmasına da neden olabilir.
Devleti, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma olarak kabul eden İbni Haldun, ferdi organizmanın yaşama safhaları olarak kabul ettiği safhaları devlet için de düşünmektedir. Örneğin; İbni Haldun; zamanındaki doktor ve müneccimlerin normal insan hayatının 120 yıl olduğunu iddia etmeleri üstüne, devletin de normal yaşam süresinin 120 yılı aşamayacağını düşünür. İnsan ömrünü her biri 40 yaş olmak üzere 3 döneme ayırır. Bu dönemler “tezayyüt yaşı” (gelişme), “vakuf yaşı”, ve “rücu yaşı”dır. İbni Haldun; insan yaşamı ile devlet yaşamı arasında bazı benzetmeler yaptıktan sonra sonunda devleti üç döneme ayırarak inceler.
1) KURULUŞ DÖNEMİ
Toplumun kuruluş dönemini kapsamaktadır. İbni Haldun devletin bu döneminde, devletin kaynağına ilişkin teorilerden yana gözükmektedir. O’na göre her toplumun başlangıç noktasında bir şef ve onunla aynı kandan gelen akraba yer almaktadır. Fakat bu sadece bir başlangıçtan ibarettir. Bu başlangıcın hemen ardından toplumda devamlı bir mücadele başlar. İbni Haldun, devletin bu mücadele sonunda oluştuğunu ileri sürmektedir.
Kuruluş döneminde, muhalefet edenler sindirilir ve yenilgiye uğratılır. Bu devre amaca ulaşmak için; karşı koyanları boğma, devlet ve tahta sahip olma ve önce hükümet sürmüş olanların elinden devleti çekerek alma dönemidir. Bu dönemde, devlet örgütlenmesinin bütün şartları tam anlamı ile yerine getirilemez. Bu dönemde sosyal dayanışma aynı kandan gelme gibi, bir maddi olguya dayanmaktadır. Daha sonraları bu kabile diğer aşiretlerden katılmalar sonucunda, kandaşlık özelliğini yitirmektedir.
İbni Haldun’a göre, kuruluş döneminde henüz toprağa tam bağlanma yoktur. Yöneten ve yönetilenler ayrımı tamamen birbirinden ayrılmamıştır. Kollektif bir karakterdedir.
Devletler, kuruluş döneminde hükümdarlığın gereklerinden uzak bulunurlar. Devlet bu dönemde teşkilat işini tamamlamak için yardımcı uruk ve boylara muhtaçtır. Devletin mutlak yetkilerinden olan işlerde bile tam bir hükümdar davranışına rastlanmaz. Devletin mutlak yetkilerinden olan işlerde bile tam bir hükümdar davranışına rastlanmaz. Devletin başında bulunan kimse ululuk göstermek; vergi toplamak, askeri güvenlik sağlamak hususlarında kavmi için bir örnek teşkil etmeye çalışır. Özetle şunu söyleyebiliriz ki; kuruluş döneminde, ekonominin yürütülmesi, siyasi davranış ve sosyal biçimlenme yönünden devlet henüz uygarlık kazanamamıştır.
2) YÜKSELİŞ DÖNEMİ
Yerleşik toplumu işgal ederek kuruluş dönemine başlayan göçebe toplumun bu dönemi uzun süre devam etmemektedir. Göçebe toplum hazeriliğin yani yerleşik hayatın koşularına göre değişikliğe uğramaktadır. Yükseliş dönemi, yıkılışa değin bu dönemdedir. İbni Haldun’a göre bu dönemde toplumu, “istibdat” ve “ferağ” olmak üzere iki tavır karakterize etmektedir.
İstibdat dönemi iktidarın tamamı ile bireyselleştiği devredir. İbni Haldun, etnolojik terminoloji bakımından bu devreye “Medine” sözcüğünü kullanmıştır. Medine sözcüğü Arapçada “Site” karşılığındadır. Bu devrede toprağa yerleşme söz konusudur. Toplum göçebelik karakterini tamamen yitirmiş yerleşik bir kimlik kazanmıştır. Düşünürün değimi ile “medeni” uygar, civil olmuştur.
Baskı devresi her şeyden önce, hükümdarın kavmini baskı altına alarak devleti kendi başına idare etmeye başladığı dönemdir. Bu dönemde bile eski asabiyyet tamamı ile çözülmez. Baskı yönetiminin kuruluşuna rağmen, hükümdarın kandaşları hala bir güç olarak mevcut bulunurlar. Hükümdar gerçek bir hükümdardır. Devlet başkanı bu dönemde köleler edinmeye ve adamlar besleyerek onları kendisine yardımcı yapmaya çalışır. Burada amaç; devleti kendisi ile paylaşan ve devlette hükümdarın kendi hissesi nispetinde payları bulunan mensup olduğu uruğ ve boyları fakir düşürmektir. Bu dönemde hükümdarı devletin kuruluş çağından daha güç engeller beklemektedir. Kuruluş döneminde kolektif bir eylemle yabancıları kovmuşlar, hasımlarına karşı birlikte çalışmış ve çarpışmış bulunurlar. Halbuki hükümdar bu ikinci devrede, akrabalarını uzaklaştırmakla uğraşmaktadır. Yardımcısı azdır, bunlarda yabancılardır.
Burada İbni Haldun’un sözünü ettiği baskı (istibdat) dönemi özel bir dikta hali olarak anlaşılmamalıdır. Devletin devlet olması için gerekli olan yönetimin gereğidir. Yani devlet ve hükümdarlık politikası mahiyeti icabı devleti idare eden hükümdarın şiddet kullanmasını icap ettirmektedir.
Yükseliş döneminin ikinci aşaması olan ferağ tavrı, taklit yolunun sosyal yaşantıyı tümüyle etkisi altına aldığı devreyi ifade eder. yani Bedevilik, Hazeriliğe dönüşmekte başka bir deyimle göçebe toplum, geleneksel kimliğinden tamamı ile sıyrılarak kendini taklit yoluyla işgal ettiği uygar toplumun yaşantısına uydurmaktadır. Askeri “militer” güç itibariyla üstün bulunan göçebe toplum, uygarlık bakımından üstün bulunan yerleşik toplumu taklit etmekte ve onun içinde eriyip gitmektedir. Burada ilginç olan yön, militer gücün en yüksek erdem sayıldığı dönemde İbni Haldun’un, göçebe toplumlara özgü meziyetlere hayranlığını belirtmekle birlikte taklit sürecinin, yüksek uygarlıktan aşağı uygarlığa doğru işleme tarzına işaret etmiş olmasıdır.
Hükümdarın mutlak iktidarının yerleşmiş bulunduğu bu döneminde, artık iktidarı pekiştirmekten çok iktidarın nimetlerinden faydalanmak söz konusuur. Rahatlık çağı başlamıştır. Rahatlık gösterişe, şatafata dönük bir rahatlıktır. Hükümdarlar bu devrede para ve servet toplayarak büyük binalar, köşkler, kaleler, büyük şehirler ve heybetli heykeller inşa ederler. Kavimlerinin ileri gelenlerinden huzuruna gelen heyetlere bağışlarda, ihsanlarda bulunurlar. Maiyetinde bulunanların sayılarını çoğaltır, onlara para verir, derece ve rütbelerini yükseltirler. Sonuçta; devleti kuran asabiyye çözülür. Devlet yönetiminde yeni bir “seçkin zümre” oluşur. Hükümdarın gücü doruğuna ulaşır. Çevresidekilerin şeref ve kuvvetleri artar. Bunlar para ve servet toplarlar.
3) GERİLEME VE ÇÖKÜŞ DÖNEMİ
İbni Haldun gerileme ve çöküş dönemini, hayatın son iki aşamasını içine alan “müsalemet” (barış) ve “israf” (gereksiz harcama) olmak üzere iki madde olarak ifade etmektedir.
Barış (Müsalemet) dönemi: Bu aşamayı ifade eden özellik, kanaat ve barışçılıktır. Yani pasifliktir. Göçebe toplumun taklit yoluyla uygarlığa kavuşması, kendisine savaşçılığını unutturmuş, askeri karakterini yitirmiştir. Bu duruma girmiş toplumlarda artık ilk çekişmeler başlar. Uç beyleri, merkezi hükümete kafa tutmaya başlar. İşgal hevesleri belirir. Devletin sınırları içinde taze asabiyyet sahibi aşiretler harekete geçebilir. İbni Haldun gerileme olgusunu sadece askeri gücün çökmesine değil,sosyal sebeplere de bağlamıştır. Gerileme; uygarlık açısından, askeri gücün azalması, iç ve dış güvenliği yıpratarak yıkılışa yol açabilir.
Barışın hakim olduğu dönemde önceki hükümdarlar örnek alınır, onlara benzer bir yaşam sürdürmek istenir. Hükümdarların seleflerinin yolunu takip etmenin en doğru yol olduğuna ve onların izinden ayrılmanın devlet ve yurdun düzeninin bozulması ile sonuçlanacağına inanılır. Seleflerinin kendilerinden daha isabetli fikir sahibi olduklarına ve bu isabetli düşünceleri sayesinde devlete ululuk ve şeref kazandırmış bulunduklarına inanırlar. Rahatlık ve sukunet sosyal hayatın tabii bir hali olur. Bu dönem, devletin eriştiği doruğun, mütevazi olmayan inişini de yaşatır.
İsraf (Gereksiz Harcama) Dönemi: Bu dönemde; israf, saçıp-dağıtma temel davranış biçimi olur. Hükümdarlar ve çevreleri bu dönemde, kendilerinden önce hükümette bulunanların topladıklarını şehvet, arzu ve zevkleri uğrunda harcarlar. Askere ayrılan masrafları kendi arzuları için sarfederler. Hükümdar ordu örgütü ile ilgilenmez. Ordu teftiş edilmez. Böylece askeri güçlerde bozulmuş olur.
İsraf döneminde; hanedanın bozulması son demine varmıştır. Saray mensupları işi tamamen zevk ve eğlenceye vururlar. Bunun sonucu ise ağır vergiler olur. Yaşam halk için çekilmez hale gelir.
Genel özellikleri verilen bu döneme; İbni Haldun can çekişme dönemi adı vermektedir. Düşünüre göre, ölüm bireysel organizmalar için olduğu gibi toplumsal organizmalar için de geçerlidir. Her doğan canlı sonunda ölecektir. Bu süreç toplumda ise, bir diğer toplumun kendi yerini alması biçiminde gerçekleşmektedir. Yani toplum dışarıdan gelen bir darbe ile son bulacaktır. Düşünüre göre, yeni bir göçebe toplum bu darbeyi yapacak ve yukarıda ifade edilmeye çalışılan süreç yeniden yaşanacaktır. İbni Haldun, bu sürecin müddetini de belirtmiştir, toplumsal organizmalara her biri 40 yıl süren 3 kuşak yani 120 yıllık bir ömür tanımıştır. (Cemal Şener, Aydüşü Yayınları, Ocak 2002)