Din Nedir? – Tolstoy

Din duygusunu anlamak ve dinin kökenlerini araştırmak için yaptığımız okumalarda bu güne kadar Batı filozoflarına kulak verdik. Şimdi de Doğu’ya geçerek, onların meseleye nasıl baktığını kavramaya çalışacağız.
Öncelikle isterseniz biraz Tolstoy’dan bahsedelim. 1828’de Moskova’da asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası 1812 yılı Napolyon savaşlarına iştirak etmiş emekli bir yarbaydı. Tolstoy, çocukluk yıllarında ağabeyi Nikolay’ın etkisinde kaldı. Gençliğe geçiş döneminde ise Jean-Jacques Rousseau’yu okudu. Hukuk okumaya başladıysa da maalesef okulu bitiremedi.
Karısı ile anlaşamayan Tolstoy, 82 yaşında evden kaçarak ilk durağı olan İstanbul’a hareket etmek üzereyken bir tren istasyonunda hastalandı ve 1910 yılında orada hayata gözlerini yumdu. Hep eğer Tolstoy, İstanbul’a gelebilseydin belki ülkemizi bambaşka bir macera bekliyor olabilirdi diye düşünürüm ama en azından yazdığı eserler bize ışık tutmaya devam ediyor.
Kaknüs Yayınları tarafından 9. baskısı yapılan Din Nedir? kitabı, Tolstoy’un din hakkındaki düşünceleri ve sorulara verdiği cevaplardan oluşan kısa makalelerden oluşuyor. Elimdeki nüshanın çevirisi, Murat Çetinkaya’ya ait.
Şimdi kitabı okurken aldığım notlara geçelim isterseniz.
Tolstoy’un din anlayışını şu cümlesi özetlemektedir. Kitabın daha en başındaki şu cümlesi, kitabın var olan yargısını doğrulama amacıyla yazıldığını düşündürüyor bana:
Günümüz okumuşlarının anlayışına göre din lüzumlu değildir. Onun yerini ya bilim alacak ya da çoktan aldı bile. Oysa tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de tek bir insan toplumu veya tek bir aklı başında kişi dahi dinsiz yaşamamıştır ve yaşayamaz da. Aklı başında bir kişi diyorum çünkü aklı başında olmayan kişi tıpkı bir hayvan gibi dinsiz yaşayabilir. Aklı başında bir varlık ise dinsiz yaşayamaz çünkü öncelikle ve sonrasında neyi yapması gerektiği konusunda ona hakikaten yol gösteren sadece ve sadece dindir. Dinin sana yaratılışı gereği verildiğinden aklı başında hiçbir insan dinsiz yaşayamaz.
Şimdi de, Tolstoy’un kitabına alıntıladığı din tanımlarına bir bakalım;
🗣️ “Allah’a karşı insanın yükümlülüğü iş dediğin budur.” (Vauvenargues)
🗣️ “Dinin esası, insanın Allah’a bağımlılığının şuuruna varmasıdır.” (Schleiermacher ve Fuerbach)
🗣️ “Din her insanın Allah ile arasındaki bir meseledir.” (Bayle)
🗣️ “Din ruhun ihtiyaçlarının ve aklın etkilerinin sonucudur.” (B. Constant)
🗣️ “Din insana kendisini bağımlı hissettiği insanüstü ve esrarlı güçlerle ilişkisini bildiren belli bir yöntemdir.” (Goblet d’Alviella)
🗣️ “Din insanın kendisi ve dünya üzerindeki hükümranlık larını tanıdığı ve birlik hissettiği esrarlı ruhlarla arasındaki bağı esas alan bir insan hayatı tanımıdır.” (A. Reville)
İşte dinin esası en yüksek insani melike’ye sahip insanlar tarafından insanın güçlerini üzerinde hissettiği sonsuz varlık yada varlıklarla ilişki kurması şeklinde tanımlanmış ve öyle anlaşılan gelmiştir.
Bir de tarihte din, müntesipleri tarafından nasıl anlaşılmış ona bakalım isterseniz;
✔️ Yahudi, sonsuzda olan ilişkisini bütün kavimler arasından Allah’ın seçtiği kavmin bir üyesi olarak Allah’ın kavmin ile yaptığı açıkta uygun hareket etmeliyim diye anlamıştır.
✔️ Eski Yunanlı ise ebediyet temsilcilerine bağımlı olduğumdan onları hoşnut etmeliyim diye anlamıştır.
✔️ Bir Brahman, sonsuz Brahma ile olan ilişkisini; Brahman’ın bir tecellisiyim ve hayatı terk ederek yüce varlıkla birlik kurmaya çabalamalıyım diye kurmuştur.
✔️ Budist ise sonsuz ile ilişkisini, bir hayat biçiminden diğerine geçerken ızdırap çekmem kaçınılmazdır. bu ızdırabın kaynağı, ihtiraslar ve tutkular olduğuna göre onları deneyerek geçersiz olduklarını görmeli ve böylece Nirvana’ya ulaşmalıyım diye kurmuştur.
Tolstoy’a göre tarihin hiçbir döneminde hiçbir topluluk dinsiz yaşamamıştır. Hepsi de kendilerince yüce bir varlığa inanmışlardır. Buna mukabil hiçbir dinde sonsuza kadar kalıcı olamamıştır. Her din ortaya çıkmış, yükselmiş, gelişmiş ve yok olmuştur. Çoğu zaman da çöken dinin kötü taraflarından arınmış yeni dinler ortaya çıkmıştır. Tüm bu dinlerin ortak özelliği ise bütün insanların eşitliğinin kabulüdür. Bütün insanların eşitliğini kabul eden bir din ortaya çıkar çıkmaz eşitsizlikten kazanç sağlayanlar hemen bu temel özelliği etmeye çalışmışlar böylece gerçek akideye yanlış anlamlar yüklemişlerdir. Çünkü eşitsizlikten kazanç sağlayan yöneticiler ve zenginler kendi konumlarının sarsılmaması amacıyla akideye eşitsizliği kabul eden bir anlamı aşılamak şeyinin ellerindeki her insanı kullanmış ve kendilerini yeni öğretmenin gözünde meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Bu bu durum toplumun diğer kesimlerine de sirayet etmiş ve efendilerine boyun eğme lerini ikrar ettikleri dinin gereği olduğu fikri aşılanan köleler ortaya çıkmıştır.
Bütün inançlarda insanların kadim dinleri yozlaştıran bütün sapıkların temeli sayılabilecek şu 3 akideye inanılması şart olmuştur:
✔️ Birincisi, insan ile Tanrı ya da tanrılar arasında aracılık yapabilecek özel kimseler vardır.
✔️ İkincisi, aracısının söylediği şeylerin hakkaniyetini ispatlayan ve tasdik eden mucizeler gösterilmiştir ve gösterilmektedir.
✔️ Üçüncüsü, tanrıda tanrıların şaşmaz iradesini ifade eden sözlü ya da yazı halli sözler vardır ve bunlar kutsal olup yanlışlıkları düşünülemez.
Bu önermeler, bahsettiğimiz hipnotik etki altında kabul edildiği an bu aracıların söylediği her şey kutsal hakikatler olarak kabul görür ve dini sapkınlığın ana gayesine böylece ulaşılır.
İnsanlar bütün insanları kendi kardeşleri gibi görmedikçe insan hayatını en mübarek şey olarak kabul etmedikçe onu tahrip değil korumayı ve desteklemeyi en bir vazifeleri bilmedikçe insanlar birbirlerine kulluk şuuruyla davranmadıkça şahsi kazanç uğruna birbirlerinin hayatını mahvedeceklerdir.
Günümüz insanlarından ki misin dini kitlelere hükmetmenin bir aracı diğerleri saçmalık olarak düşünüyor ve vahim bir yanılgı içindeki büyük çoğunluk ise hakiki dine mazhar olduklarını düşünüyor fakat hiçbirisi hakikaten bir adım bile yaklaşmak istemiyor.
Bütün iktidarlar orduya dayanır ve bir ordunun hayatı da tamamen dine dayanır.
Tolstoy’un çok yoğun bir din inancı olduğunu anladığımız bu eserinde; “Peki hangi din?” sorusuna belki de en iyi cevap olacak cümlesi şu şekilde oluyor: En mükemmel din, her dinin ilkelerini tek tek ele alıp diğer dinlerin de onayladığı ilkeleri bir yere toplayınca oluşan ilkeler bütünü.
Tolstoy, din ile dindarı çok harika bir örnekle ayırt ediyor. Çürümüş bir elmaya bakarak, elmanın çok acı ve mideyi bozan bir şey olduğunu söylemeye benzetiyor.
Kitlelere hükmeden, onları köleleştiren, “benden sonra tufan” diye düşünen ve söyleyenler açısından, köle sınıfları sersemletilmiş ve köleleştirilmiş hallerinde kalmaya ve durumlarının suistimal edilmesine ses çıkarmamaya zorlamak amacıyla; orduyu, din adamlarını, askerleri, siyasetçileri, bir tehdit olarak dar ağaçlarını, mermileri, zindanları kullanmak çok yerinde gözüküyor ki hâkimiyeti ellerinde tutanlar, bütün bunları yapıp adına da “iyi sosyal düzen” koyuyorlar. Oysa iyi sosyal düzenin kurulmasına en fazla bu uygulama engel oluyor.
Kitabın sonunda Tolstoy, kendi inancına göre bir din tanımı yapıyor. Tolstoy’un bu din tanımına katılmamak mümkün değil.
Din, ne belirli bir zamanda gerçekleştiği varsayılan bazı tabiatüstü olayları bir defalığına beslenen ve ne de bazı ibadet ve ayinlerin gerekliliğine duyulan bir inanç veya bilim adamlarının zannettiği gibi günümüzdeki yaşamda hiçbir anlamı kalmayan kadim cehalete ait hurafelerin bir kalıntısı da değildir. Din insan ile ebedi hayat ve Allah arasında akla ve çağdaş bilgiye uygun olarak kurulan ve insanlığı mukadder hedefine sevk eden bir ilişkidir.